”
Tüm Korotiçlere açık mektup
Türkiye Barış Derneği Genel Başkanı, emekli büyükelçi
Mahmut Dikerdem, bu açık mektubunu, Sovyet "Ogonyok" dergisi yayın
yönetmeni olan Vitali Korotiç'in ülkemizde düzenlediği konferanslardan sonra
kaleme almış. Büyük Ekim Devrimi'nden 70 yıl sonra liberal demokrasinin
savunuculuğuna soyunmakla Batı dünyasında büyük sükse yapan, yerli -yabancı tüm
Korotiç'lere seslenen Dikerdem, yaratılan toz duman içerisinde
"açıklık" ve "yeniden yapılanma" önermesinin can alıcı
noktaları üzerinde bir durum tespiti yapmak gereği duyuyor.
Korotiç'ierin, demokrasi, özgürlük, insanın temel
haklan sorunlarını da bilimsel sosyalizm perspektifinden algılamadıklarını
vurgulayan Dikerdem, bu kavramların bilimsel içeriğini kısaca yeniden
tanımlayarak, Korotiç'lerin gerçek isteğinin burjuva demokrasisi olduğuna
işaret ediyor.
Dikerdem, yerli-yabancı Korotiç'lere verdiği son
yanıtla mektubunu bitiriyor: "Tüm dönekleri, kaytancıları, devrimden umut
kesen aydınları da saflarınıza katın. Yeter ki, bilimsel sosyalizm insanlığın
yolunu aydınlatmaya devam etsin!"
Sayın Baylar, Sizlere nasıl hitap edeceğimi bilemedim.
Eskiden yoldaş diye anılırdınız ama bu sözcüğü kullanmaya elim varmadı, zaten
sizin de öyle çağrılmaktan hoşlanmayacağınızı düşündüm. Her ne ise, bu açık
mektubu yazmaya beni iki önemli neden zorladı: Birincisi, sizler yani en
büyüğünden en küçüğüne kadar tüm Korotiç'ler- aranıza sayın Mihail Gorbaçov'u
şimdilik kaydıyla katmıyorum- son yıllarda sergilediğiniz tutum, yayınladığınız
yazılar, yaptığınız konuşmalarla kamuoyunda büyük şaşkınlık, giderek karmaşa
yarattınız. Yalnız kişisel olarak değil, dergiler, dernekler, bilim akademileri
içerisinde kadrolaşarak sesinizi dünyaya duyurdunuz. Şimdiye değin sosyalist
dünyadan duyulmaya alışılmamış bu sesler kamuoyunda yankılandı, büyük ilgi ve
heyecan yarattı, ülkelerinizde olup bitenler soluk kesici serüvenler öyküleri
gibi izlenmeye başladı.
Bunu söylerken, sadece Batılı ülkelerdeki tepkileri
kastetmiyorum. Batı'nın egemen çevrelerinin sizi bağırlarına basacakları
kuşkusuzdu. Oralardan yükselen zafer çığlıkları, "sosyalizmin
iflası", "Marksizm’e elveda", "komünizm öldü"
biçimindeki keskin yargılar beklenmedik şeyler değil. Onlar 70 yıldır
düşledikleri bir olayın sonunda gerçekleştiği sanısının sarhoşluğunu
yaşıyorlar; sol dünya görüşünün kesin bir darbe yediğine ve bir daha belini
doğrultamayacağına inanarak sevinçten uçuyorlar. Bizde bile Marksizm konusunda
Karl Marx'ın sakallı olduğundan öte bilgisi bulunmayanlar, "Teknoloji
Marksizm’i yenmiştir" diye ahkâm kesiyorlar. Onları ciddiye alırsak bile,
çağdaş Sağ'ın fikir babası Raymond Aron’un çömezleri, J.F, Revel gibi sağcı
düşünürler sizin başlattığınız harekete kuramsal yorumlar getirerek, günümüzde
ideolojilerin sonunun geldiğini ilan etmekten çekinmiyorlar. Kişinin siyasal
iktidar karşısında ezilmemesinin en sağlam güvencesinin bireysel mülkiyet
özgürlüğü olduğunun artık komünist dünyada da anlaşıldığını söylüyorlar. ABD'de
daha ileri gidenler var. Geçenlerde Dışişleri Bakanlığı Siyaset Planlama
dairesi başkan yardımcısı Francis Fukuyama'nın hazırladığı bir rapor Vaşington
resmi çevrelerinde büyük ilgi ile karşılanmış. Raporuna düşüncesi şu;
"Soğuk Savaş'ın sona ermesi batının liberal demokrasi sisteminin toplum
yönetiminde nihaî form olarak evrenselleşmesi ve belki de tarihsel sürecin sonu
demek olacak tır". Amerikan dışişleri yetkilisi öngörüsünde fazla acele
etmiş olsa da, Batı'daki umut ve beklentileri pek güzel yansıtmış. ABD başkanı
George Bush da göreve başlarken verdiği söylevde, "yüzyılımızda, belki de
bütün tarihte ilk kez hangi yönetim biçiminin en iyi olduğunu araştırmaya artık
gerek kalmadı" dememiş miydi?
Kısacası, sayın Korotiç'ler, Büyük Ekim Devrimi'nden 70 yıl sonra liberal demokrasinin savunuculuğuna soyunmakla Batı dünyasında büyük sükse yaptığınız su götürmez. Yalnız batıda değil, az gelişmiş ya da gelişme yoluna girmiş ülkelerin emperyalizme bağımlı çevrelerinde de tam bir şenlik havası yarattınız. Ancak, ürettiğiniz "Yeni Politik Düşünce" ile sosyalist dünyada bir yenilgi rüzgârı estirdiğinizin, ilerici devrimci kesimlerde -özellikle genç kuşaklar katında-ne gibi olumsuz etkiler yarattığınızın, ne yoğun belirsizliklere, kısır tartışmalara yol açtığınızın ve yıkıntılara neden olduğunuzun ayırdında mısınız? Ne demek istediğimi canlı bir örnekle açıklayayım. Geçenlerde içinizden seçkin bir kişi, Vitali Korotiç çağrılı olarak ülkemize geldi ve Ankara ile İstanbul'da konferanslar verdi, basın mensuplarıyla konuşmalar yaptı. Gerçi biz sayın V.Korotiç'in Sovyetler Birliği'ndeki glasnost ve perestroika'nın ateşli savunuculuğunu yapan Ogonyok dergisinin yönetmeni olduğunu biliyorduk. Adı geçen derginin "Argumenty i Fakty" ve "Moskova Haberleri" adlı dergilerle birlikte yeni düşüncenin en radikal kanadının temsilcisi olduğunu, ayrıca Vitali Korotiç'in Pravda gazetesinin 12 yıllık yayın yönetmeni Afanasyev'in yerine göz diktiğini Batı basınından öğrenmiştik. Yine de Vitali Korotiç'in buradaki açıklamaları yeni politik düşüncenin özünü aydınlatmaktan çok zihinleri büsbütün karıştırmaya yaradı. Örneğin "toprağın mülkiyeti herkese değil, birisine ait olmalı" dedi ama ardından bir soruya "kapitalizm kötü bir şey, çünkü bireysel mülkiyete dayanıyor" karşılığını verdi. Bir yandan "bugün bizim yapmak istediğimiz yeryüzündeki bütün ülkelerle işbirliğini sağlamaktadır. Eğer sosyalizm kapitalizmden daha iyi ise, bu, savaş alanlarında değil süper marketlerde gözükmelidir" derken, öte yandan "sosyalizm tek ülkede kurulabilir, ancak etrafınızda yalnız düşmanlar olduğunu düşünmek gerekmiyor" diyerek Sovyet devletinin tarihine ters düşen saptamalar yaptı. Stalin ve haleflerinden söz ederken : "sürekli olarak demokrasiyi burjuva ve sosyalist diye ikiye ayırdılar, bugün anlıyoruz ki sadece demokrasi ve diktatörlük var, ayrım, diktatörlükle demokrasi arasında" diyerek proletarya diktatörlüğü ile totalitarizmi aynı kefeye koydu. "Marksizm’e yeni şeyler getirmekten korkmamalı, Marksist dogmalara takılıp kalmamalıyız" şeklinde kuramsal (!) bir tespit yaptıktan sonra, 30'lu yıllarda kravat taktıkları için insanları Komsomol'dan atarlardı diyerek Stalin döneminin dar görüşlülüğünü, bağnazlığını kanıtladı. Konuşmalarından birinde Bay Korotiç'in Türkiye'de işsizlik bulunduğu için kendimizi şanslı saymamızı, çünkü tembellik ve alkolizme karşı en etkili ilacın işi kaybetmek rizikosu olduğunu öne sürerek, çalışan nüfusunun %2O'si işsiz olan bir ülkede işsizliğin övgüsünü yapmasını ise yersiz ve tatsız bir şaka olarak karşıladık.
Görülüyor ki, ne denli renkli de olsa, bu tür
lafazanlıklar, glasnost ve perestroika diye bilinen iki tılsımlı sözcüğün
içeriğini ve bu ikilinin bireşiminde ifadesini bulan "Yeni Düşünce
Tarzı" nın nitelik ve kapsamını tam olarak anlamaya yetmiyor. Yetmedikten
başka, böylesi açıklamalar biraz da körlerin fili tanımlamasına benziyor.
Kimileri yeni düşünceden bilimsel sosyalizmin sorgulanmasını anlıyor ve
"Marksizm aşılmalıdır" sonucuna varıyor. Diğerleri bütün günahı
devrim partisi ve bürokrasinin üstüne atıyor. Kimileri ise her şeyin başına
demokrasiyi alarak sosyalist pratikte görülen aksamaların demokrasi
eksikliğinden ileri geldiğini vurguluyor ve bundan komünist partilerini sorumlu
tutuyor.
Bu toz duman içerisinde ben açıklık ve yeniden
yapılanma önermesinin can alıcı noktalan üzerinde bir durum tespiti yapmak
gereğini duydum. Elbette ki bu mektubun çerçevesi içinde kapsamlı bir teorik
tartışmaya girişecek değilim. Zaten o tür tartışmalar çeşitli yayın
organlarında yoğun biçimde sürdürülüyor. Öte yandan Yeni Politik Düşünce'nin
uluslararası alandaki yerini ve etkilerini de, bir barış hareketi militanı
olarak, irdelemeye çalışacağım. Bunu bir görev sayıyorum çünkü 6-11 Şubat
1990'da Atina'da toplanacak Dünya Barış Konseyi Genel Kuru-lu'nda dünya barış
hareketine uluslararası ilişkilerdeki son gelişmelerin ışığında yeni bir yön
verilmesine, barış savaşımı kavramının yeni düşünce tarzıyla uyumunun
sağlanmasına çalışılacağını biliyorum.
* * *
Sonda söyleyeceğimi en baştan açıklayayım: Açıklık ve
Yeniden Yapılanma (Glasnost ve Perestroika) projesi kuramsal nitelik taşımayan
ve salt pratik açıdan değerlendirilmesi gereken politika'lardır. Marksist
kuramın özü ile doğrudan ilişkileri olmadığı gibi, sosyalist sisteme alternatif
oluşturacak öğelerden yoksundur. Olay şudur: Sovyetler Birliği'nde 1985
Mart'ında iş başına geçen yönetim, ülkedeki ekonomik, sosyal tıkanıklığı
gidermek, hızla gelişen teknolojiden yararlanarak ülke kaynaklarını toplumsal
talepleri karşılayacak düzeye getirmek ve hantallaşmış devlet aygıtına halkın
özlemleri doğrultusunda işlerlik kazandırmak amacıyla bir dizi reformu
uygulamaya koymuştur. Ancak reformlar yumağı çözüldükçe içinden çıkanlar
yeniden yapılanma tasarımının hedeflerini aşan, belki de onlara ters düşen
kaotik bir ortamın doğmasına neden olmuştur. Bu durumun başlıca sorumlusu ise,
reform girişimlerinin yaşandığı her toplumda ortaya çıkan "kraldan çok
kralcıların reformların amacını saptırıcı çabalarıdır.
Başkan Gorbaçov'un öngördüğü reformlar yumağının en
çarpıcı, özgün yanı devlet yönetimine saydamlık kazandırmak ve siyasal yaşama
katılımcılığı özendirme yoluyla toplumda siyasal kültürü geliştirmektir. Bu
hedef, beklenebileceği gibi, özgürlükler ve insan haklan sorununu ön plana
çıkarmıştır. Bunun yadırganacak bir yanı yoktur. Çağdaş toplumlarda, ekonomik
gelişmeye koşut olarak, yaşamın güzelleşmesi, zenginleşmesi için insanların
-başta evrensel barış olmak üzere-sosyal, kültürel gereksinimlerinin yeni
sentezlere yönelmesi doğaldır. Bu sentezin özünü ise birey-toplum
ilişkilerindeki yeni özerklik arayışları oluşturmaktadır. 2. Dünya Savaşı
sonrasında halkların özerkliği, emperyalizme karşı savaşım biçiminde, nasıl
politik gündemi belirlediyse, bugünün gündeminde de, yalnız sosyalist ülkelerde
değil, batıda da, bireyin özerkliğinin tanımlanması ve bunun çerçevesini oluşturacak
katılımcı demokratik mekanizmaların kurulması yer almaktadır.
Buraya kadar aramızda bir anlaşmazlık yok, sayın
baylar, ancak görüşlerimiz buradan sonra ayrılıyor. Çünkü siz demokrasi,
özgürlük, insanın temel haklan sorunlarını bilimsel sosyalizm perspektifinden
algılamak yerine, ona tam karşıt bir konuma giriyor ve demokrasi tartışmasını
Marksist-Leninist doktrinin sorgulanmasına, giderek yadsınmasına
dönüştürüyorsunuz. Marksizm’in geçen yüzyılın koşullan altında yeşermiş bir
ideoloji olarak artık devrini tamamladığını, çağdaş toplumların değişim ve
gelişimini açıklamakta yetersiz kaldığını, dolayısıyla da aşılması gerektiğini,
tüm tutucu, revizyonist ve karşı-devrimcilerle ağız birliği yaparcasına, öne
sürüyorsunuz. Doğrusu Marksizm’i sizlere karşı.savunmak durumunda kalacağımı
hiç düşünmemiştim. Ama madem ki "Yeni Düşünce" etiketi taşıyan
politikalar uğruna, 150 yıldır insanlığın yolunu aydınlatan bir bilimsel
düşünce sistemini, ve bir eylem kılavuzunu top-yekûn mahkûm etmeye kalkıştınız;
bilinen gerçekleri yinelemek durumuna da düşsem, demokrasi konusunda bazı
noktalan vurgulamam gerekiyor:
Çağdaş demokrasi kavramının doğuşundan bu yana halk
kitlelerine ısrarla telkin edile gelen, seçeneksiz, olduğu kabul ettirilmeye
çalışılan bir görüşe değinmek istiyorum. Batıdaki kapitalist düzenin tam
merkezinde bulunan ve aslında demokrasi kavramının özünü zedeleyen bu düşünceye
göre, insanın doğal, vazgeçilmez haklar arasında "mülkiyet hakkı" da
vardır. Oysa, son iki yüz yıllık tarih boyunca toplumlar bir yanda büyük
çoğunluğu oluşturan insanların bireysel hakları, öte yanda ise son derece
eşitsiz dağılmış bir mülkiyet hakkından aldığı güçle toplumda ayrıcalık
kazanmış bir azınlık arasındaki sürekli çatışmalara sahne olmuştur. Başka bir
deyişle, çoğunluğun hakları mülkiyeti elinde bulunduran azınlık tarafından
sürekli baskıya, saldırıya maruz kalmıştır. Burjuva demokrasisi, bu sakat ve
istikrarsız temel üzerinde kurulmuş, daha baştan beri Amerikan ve Fransız
devrimleri üstyapı hak ve özgürlükleriyle mülkiyet hakkı arasında çelişki ve
çatışma yaratmıştır. Fransız Konvansiyon Meclisinde formüle edilen
"ülkenin mülkiyet sahiplerince yönetilmesi eşyanın doğasına uygundur"
ilkesi hâlâ değişik biçimlerde güncelliğini ve etkisini sürdürmektedir. En
ileri kapitalist ülkeden, Amerika'dan vereceğim bir tek örnekle yetineceğim:
Amerikan toplumuna bugün egemen olanlar, nüfusun % 2'sini oluşturdukları
halde toplam nakit servetin % 30'unu ellerinde tutanlardır. Zincirin
öbür ucunda ise, Amerikan ailelerinin %55'inin ya hiçbir varlıkları yoktur, ya
da borç içindedirler. Ama oy verme, seçme ve seçilme hakkına herkes sahiptir.
İşte Lenin: "Bizim demokrasimiz burjuva
demokrasilerinden milyon kez daha değerlidir" derken bundan kastediyor,
bireysel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının ekonomik erkin büyük
çoğunluğun eline geçmesiyle mümkün olabileceğine işaret ediyordu. Gerçekten de
sosyalist demokraside burjuva demokrasisine kıyasla eksik olan tek özgürlük
"üretim araçları üzerinde özel mülkiyet tesisi özgürlüğü"dür. Burjuva
demokrasisinde ise sınırsız mülkiyet hakkı demokrasinin olmazsa olmaz
koşuludur.
Yukarıda özetlenen saptamalara itirazınız yoksa,
onların sonucu olarak sosyalist demokrasinin kendine özgü bir siyasal rejim,
bir yönetim biçimi üreteceği gerçeğini de kabul etmelisiniz. Şöyle ki:
sosyalist demokrasinin temel ölçütü çok partili sistem değil, demokratik
merkeziyetçiliktir. Burada önemli olan, demokratik merkeziyetçiliğin kendi
kurallarına uygun olarak işleyip işlemediği, demokratik kuralların ve denetim
mekanizmasının var olup olmadığıdır. Sosyalist demokrasi de çoğulcudur ama
kapitalist toplumlardaki çeşitli sınıf çıkarlarını temsil ettiren çok parti
çoğulculuğu gibi değil. Demokratik merkeziyetçilik, proletaryanın kendi iç
dinamiklerindeki çoğulculuğa, yığınların politik yaşama katılımlarına dayanır
ve bu anlamda glasnost ilkesiyle de çakışır. Ancak bu noktada devrim partisinin
önemi de bütün heybetiyle ortada çıkar. Partinin öncülüğü olmasa işçi sınıfı
"kendiliğinden sınıf olmaktan çıkıp "kendisi için sınıf olmaya nasıl
dönüşür? Parti bir deniz feneri gibi toplumun yolunu aydınlatmazsa sosyalist
rejim kayalıklara çarpmaktan nasıl kurtulur? Demek oluyor ki, Parti aygıtının
kitlelerden koparak bir bürokrasi mekanizmasına dönüşmesini eleştirmek başka,
partinin yol göstericiliğini, öncülüğünü reddetmek başka şeylerdir. Dünyanın
ilk sosyalist.devletinin 1920'lerde daha kuruluş aşamasında Batının saldırı ve
kuşatmasına uğradığını, II. Dünya Savaşı'ndan birkaç ay önce tüm sanayi
tesislerini Ural'ların ötesine taşımak, savaşın bitiminden sonra ise birkaç
yılda ülkeyi yıkıntılar üzerinde yeniden inşa etmek başarısını merkeziyetçi
yönetime borçlu olduğunu, savaştan sonra ortaya çıkan atom bombası şantajı ve
nükleer tehdidin üstesinden o sayede geldiğini kim yadsıyabilir?
Aslında siz bütün bunları çok iyi bilirsiniz. Ayrıca,
demokrasinin bir yönetim biçimi olduğunu, sınıflı toplumlarda devlet
kavramından soyutlanamayacağını da bilirsiniz. Ama yine de "demokrasi
çağımızın nesnelliğidir", "yeni bir çağ başlıyor" gibi genellemelerle
demokrasiyi salt diktatörlüğün, bürokratik baskının karşıtı olarak ele alır,
örnek olarak da Stalin döneminin otoriter, kişisel diktatoryasının sağlıksız
sonuçlarını öne sürersiniz. Çünkü, açıkça itiraf etmeseniz de, sizin
istediğiniz burjuva demokrasisidir. Demokrasiyi bir araç değil amaç olarak
algıladığınızı açıklamanız bu yüzdendir.
* * *
Şimdi biraz da teoriden pratiğe, glasnost'tan
perestroika'ya geçelim : Yeniden yapılanma kavramının isim babası Mihail
Gorbaçov 'un ve yakın çalışma arkadaşlarının tanımlamalarına bakılarak
perestroika'nın bir ekonomik ve sosyal reformlar paketi olduğu söylenebilir. Ne
var ki, yukarıda gördüğümüz gibi, açıklık (glasnost) yumağının çözülmesinden
nasıl burjuva demokrasisi çıktı ise, yeniden yapılanma paketinin içinden çıkan
da-liberal ekonomi projesidir. 1987'de uygulanmaya başlanan ekonomik
politikanın hedefi olarak gösterilen "sosyalist pazar ekonomisi",
makro-ekonomik bir planlama ile Batı tipi serbest piyasanın bileşiminden
oluşmaktadır. Ancak bileşimin ağırlığı plan ya da sosyalizmden çok serbest
piyasadan yanadır. Gerçekten de 1987 Haziranı'nda başlatılan radikal reform
programı, bir yandan kamu ekonomisini liberalleştirirken öte yandan tarım ve
hizmet sektörlerinde kooperatifçiliği ve özelleşmeyi özendiriyordu. Sonuçta
kollektif mülkiyetin yerini çoğulcu bir mülkiyet rejimi alacaktı. Bu açıdan
bakılınca denilebilir ki perestroika'nın öteki adı liberal ekonomidir. Liberal
program daha da ileri giderek, 1928'de Stalin tarafından başlatılan tarımda
kollektif işletmeye son verdiği gibi, toprak mülkiyetinin özelleşmesine olanak
tanınmasını öngörüyordu. Tıpkı Çarlık Rusya'sında olduğu gibi. Doğal ki sanayi
sektörü de reformdan payını alarak devlet müdahaleciliğinden arındırılacaktı.
Sovyetler Birliği'nde ekonominin liberalleşmesinin
dünya pazarı ile bütünleşme düşüncesine sıkı sıkıya bağlı olduğu açıktır.
Gorbaçov'un ekonomistleri kapitalizme yakınlaşma konusunda o denli ileri
gitmişlerdir ki Batıda Sovyet liderinin gerçek niyetleri üzerinde kuşku ve
tereddütler uyanmıştır. Büyük sermaye çevreleri Sovyet yönetimini sınamak için
testler yapılması, birtakım koşullar öne sürülmesi gereğinden söz etmeye
başlamışlardır. Sonunda ABD başkanı George Bush Batının tutumunu şöyle
özetlemiştir: "SSCB'nin uluslar topluluğu ile bütünleşmesini bu ülkenin
çoğulculuk ilkesine ve başkalarının egemenlik haklarına tam saygı göstermesi
koşuluyla kabul edebiliriz".
Perestroika'nın genellikle aydınlardan tam destek
gördüğü biliniyor. Sovyetler Birliği'nde durum 1987 ve 1988 yıllarındaki
Anti-Stalinizm akımının ideolojik sınırlarım çok aşmıştır. Bugün seslerini
yükseltebilen liberaller 20. yüzyıl da Rusya'nın ve dünyanın başına gelen
felaketlerin kaynağını Büyük Ekim Devrimi'nde gören komünizm karşıtı
aydınlardır. İnanılacak gibi değil ama bu aydınlar özenilecek model olarak
Japonya, Güney Kore ve hatta Türkiye'yi gösterebilmektedirler! Gerçi Mihail
Gorbaçov fazla ileri giden aydınlan ara sıra azarlıyor, perestroi-ka'nın
sosyalizmden kapitalizme dönüş olayı olmadığını belirtiyor ve "Batı bize
kapitalizm ihracına kalkışırsa buna izin vermeyiz" diyebiliyor. Ama öbür
yanda Sovyet Barış Komitesi'nin yayın organı olan "Yirminci Yüzyıl ve
Barış" dergisinde Simon Kordonski adında bir Korotiç şunları yazabiliyor:
"Batının Sovyetler Birliği'ne ekonomik yardımı kamuyu özelleştirme
stratejisine katkıda bulunmalıdır. Eskiden Rusya en gelişmiş ülkelerin
proletarya sınıfının yardımıyla gerçekleşecek evrensel devrimi hazırlıyordu. Bu
devrim, Allaha şükür, başarıya ulaşmadı. Şimdi SSCB tarihin ve dünya
ekonomisinin sinesine dönmek için tüm dünyanın yardımına muhtaçtır".
Şimdi sorumuzu ortaya koyalım: Sovyetler Birliği bu
duruma nasıl ve neden geldi? Her şeyi yeni baştan düşünme gereği niçin
duyumsandı? Kanımca bugüne nasıl gelindiğini araştırmak için, ilk sosyalist
devletin kuruluş yıllarını anımsamakta yarar vat 1917' de hemen hemen sıfırdan
başlayıp 20. yüzyılın ilk yansında dünyanın en ileri sanayi ülkelerinden biri,
insanlığın geleceğine ışık tutan bir dünya görüşünün tek güçlü temsilcisi ve
evrensel bir misyonun sahibi durumuna gelebilmenin gizi nerede idi? Bu sorunun
yanıtı kuşkusuz ki bir formülle ifade edilebilecek basitlikte değil, ancak,
bütün tarihçiler, araştırmacılar dünyanın ilk sosyalist devletinin kısa sürede
ekonomik, sosyal, kültürel vb. alanlarda elde ettiği başarıların temelinde,
Marx'ın sosyalist coşku (emülasyon) dediği kollektif atılım ruhunun büyük payı
olduğuna işaret ediyorlar. Gerçekten de, Rusya'da Ekim Devrimi'nin harekete
geçirdiği toplumsal güçler tüm maddi, manevi kaynaklan seferber ederek feodal
bir toplumun hızla modern çağa geçişini sağladılar. Yaşlı kuşaklar iyi
bilirler: 1. Dünya Savaşı sonrasında Rus soyluları, burjuvaları akın akın
ülkeyi terk ederlerken, Amerika'dan yüksek ücretli iş önerileri alan bilim,
teknik ve sanat adamları anavatanda çalışmayı yeğlediler ve kendilerini
devrimin hizmetine adadılar. İşçi sınıfı ise üretimi son sınırına dek artırmayı
hedef alan yöntemlerin bütün ağırlığını yüklenerek devrimin yolunu açmasını
bildi.
Ne var ki, sosyalist coşkunun uzun süre diri
tutulmasına üretim ilişkilerinde yapılan değişiklik yetmiyor, çünkü sosyalizm
salt bir ekonomik kalkınma modelinden ibaret değil. Sosyalizmin kapitalist
düzeni aşması sömürünün yerini adalet ve eşitliğin almasıyla da sınırlı
kalmıyor. Sosyalizm yeni bir dünya vizyonunun taşıyıcısıdır. Marksist
hümanizmanın kökeninde yatan, sömürünün ortadan kalkmasıyla birlikte insanı
zenginleştiren tüm değerlerin, insan emeğinin yaratıcı gücünün bütün görkemiyle
kendini göstereceğine olan inançtır. Kısacası sosyalizm insanlık tarihinde yeni
bir "Aydınlıklar Çağı"nın habercisidir ve devrim böyle bir misyonu
üstlenmek durumundadır.
Sovyetler Birliği bu misyonu üstlendi mi? Üstlendiyse
nereye kadar götürebildi? Soru tartışmaya açıktır. Ancak Ekim Devrimi'nden bu
yana dünyadaki dönüşümler, gelişmeler bütün boyutlarıyla dikkate alınmadan
sağlıklı bir yargıya varılamayacağı açıktır. Özellikle iki dünya savaşı
arasında emperyalizmin Sovyet devletini yıkmak ya da yalnızlığa itmek için
giriştiği eylemleri, kurduğu tuzakları göz ardı ederek sosyalizmin kuruluş
döneminin muhasebesini yapmak olanaksızdır. İkinci Savaş'tan sonraki dönem ise
Soğuk Savaş olgusuna sıkı sıkıya bağlıdır. Daha 1917 Devrimi'nden önce
Amerika'da dinsel bir inanç gibi yaygın bulunan kapitalizm tutkusu ve komünizm
düşmanlığı, II. Dünya Savaşı ertesinde ABD'nin dış politikasını "komünizmi
bulunduğu yerde kuşatıp boğmak" hedefine yöneltmiştir. Böyle bir ortamda
sosyalist ekonomi askersel harcamaların ağır yükünü üstünden atmak, toplumun
yaşam düzeyinin yükselmesine öncelik tanımak olanağından yoksun kalmıştır.
1962 Küba krizinden sonra Doğu ile Batı blokları
arasında başlatılan yumuşama sürecinin sosyalist dünyaya bir soluklanma fırsatı
yarattığı ve fakat Kruşçov yönetiminin 20. Parti Kongresi'nden sonra
Stalin'ciliği tasfiye operasyonunu gündeminin başına alarak ve ekonomik politikada
abartmalı hedeflere yönelerek fırsatların iyi değerlendiremediği söylenebilir.
Kruşçov'un "1972 yılında ABD'yi yakalayacağız, ülkemizde adam başına
üretim düzeyini Amerika’nın üstüne çıkaracağız" yollu iddiası ve
kapitalist sistemi kastederek : "sizi gömeceğiz" demesi hâlâ
belleklerdedir. Oysa hiç kimse SSCB'den Amerika’yı üretim ve tüketim yarışında
geçmesini beklemiyordu ama buna karşılık herkes-kimilerinin bugün küçümseme
anlamında kullandıkları-"var olan sosyalizm"in kapitalist sistemin
yozluğundan, çirkinliklerinden, ahlâk çöküntüsünden arınmış, sömürüyü tümüyle
yok etmiş, uygarlık kavramına yeni anlamlar yüklemiş bir toplum modeline
yönelmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Bu yapılamadı ise kabahati Marksist
öğretide ya da pratiğin sınavından geçip doğruluğunu kanıtlamış Leninizm'de
boşuna aramayınız. Hele Marksizm’in aşılmasının gerekçesi olarak teknolojinin
son çeyrek yüzyıldaki hızlı gelişmesini göstermeye kalkmayınız.
Bilgisayarların, robot makinelerin kullanımı, el emeğinin yerini gittikçe daha
çok kafa emeğinin alışı üretici güçlerde nitel bir sıçramanın göstergesi
değildir. 19. yüzyılın sanayi devrimi doğa güçlerinin yerine buhar makinesini
koyarak üretimde nitel bir sıçramayı sağlamış ve kapitalist ekonomi bu döneme
damgasını vurmuştu. Sosyalizmin teoriden pratiğe geçişi ise elektrik
enerjisinin sınai üretiminde yerini aldığı zaman diliminde gerçekleşmiştir.
Elektrik enerjisinin üretim sürecinde neden olduğu nitel değişim henüz aşılmış
değildir, en ileri sanayi ülkelerinde üretim elektrik enerjisine dayanmaktadır.
Dolayısıyla da, işçi sınıfıma üretim sürecindeki rolünde niteliksel
değişiklikten söz edilemez. Bilimsel teknik, yani teknolojinin hızlı bir
ilerleme kaydetttiği doğru olsa da. elektronik sanayiinin, bilgisayarların
sanayi toplumunu, sanayi proletaryasını çağın dışına ittiği görüşü acele
varılmış bir yargıdır. Hele Japonya'nın imal ettiği robotlardan gözleri
kamaşarak "İşçi sınıfının yapısı değişiyor", "Marx'ı, Engels'i,
Lenin'i aşmak zamanı geldi" demek düpedüz anlamsızdır. Sonuca geliyorum:
(1) Açıklık ve yeniden yapılanma, Sovyetler Birliği'nin şu ya da bu
nedenlerle-belki de çok haklı olarak- uygulamaya koyduğu politikalardır. Bunlar
savunulabilir. Hattâ belki de bu yıl Sovyetler Birliği'nde günde 8 kilise ve 1
caminin yeniden açılması bu politikaların bir parçasıdır ve bir
"hikmet"i vardır. Bunlara karışmayız, çünkü Fidel Castro'nun dediği
gibi: "Perestroika başkasının karısıdır". Ancak onu "Marksizm’i
aşan yeni kuram" diye satmaya, evrenselleştirmeye kalkışırsanız, karşınıza
çıkarız. Sosyalizme inanmış olanlara : "hayatınızı bir saplantıya kurban
etmişsiniz" diyerek 70 yılı bir çırpıda harcamanıza razı olmayız.
İçinizden biri Türkiye'de verdiği konferanstan sonra kendisine : "Bu
tutumunuz revizyonizm olmuyor mu?" sorusunu yönelten dinleyiciye öfkeyle :
"Böyle sosyalizmi alın siz kullanın" diyebilmişti. Ben de bu sözleri
söyleyen Vitali Korotiç'e ve de tüm Korotiçlere sesleniyorum : "Alın,
meczup papaz Soljentsin, sapık Milan Kundera sizin olsun. Dahası, Kardinal Glemp'in
dizinin dibinde oturup talimatını alan, sonra Amerika'ya gidip yardım dilenen
Lech Walesa da, partilerinin adını değiştirerek yönetime geçmeye çalışan Macar
Nyers'ler, İtalyan Occhetto'lar, Çekoslavak Dubçek'ler de sizin olsun. Tüm
dönekleri, kaytancıları, devrimden umut kesen aydınlan da saflarınıza katın.
Yeter ki bilimsel sosyalizm insanlığın yolunu aydınlatmaya devam etsin!"
diyorum.
Son sözümü size sakladım, Türkiyeli korotiç'ler.
Tevfik Fikret'in dediği gibi : "hele sizler, hele sizler".
Yayınlarınızı, konuşmalarınızı izlerken şaşkınlığa düşmemek elde değil. Sanki
ülkenin içine sürüklendiği çıkmazların, toplumsal yaşamdaki tıkanıklığın,
bunalımların sorumlusu Marksizm-Leninizm imiş gibi, bir özeleştiri akımına
kapılmış gidiyorsunuz. "Yenilenme"ye ayak uydurma humması sizi
demokrasinin, erdemlerini sayıp dökmeye, demokratik rejime bağlılığınızı
vurgulamaya, kurulu düzenin bekçileri olan siyasal partilere güvence vermeye ve
onlarla "ulusal mutabakat" aramaya iteliyor. "Kapitalizmin
gücünü değerlendirmede yanıldık, sorunların çözümüne gidebileceğini
göremedik" diye günah çıkardığınızı görünce, "Bunlar başka dünyadan
mı geldiler, 65 yıldır Türkiye'de kapitalizm hangi sorunu çözebildi ki onu
savunmaya, ya da en azından "mevcut sosyalizm'le aynı kefeye koymaya
kalkışıyorlar" diyorum. Çoğulcu demokrasi adına 40 yıldır egemen
sınıfların dayattığı diktayı, baskı ve işkence rejimini yaşayanlar bunlar ve
önceki kuşaklar değil mi? diye kendime soruyor ve bugün hidayete nasıl
erdiğinizi doğrusu merak ediyorum.
"Dünya değişiyor, biz de değiştik, artık aranıza
alabilirsiniz" biçimindeki mesaj size yarar sağlayacak mı bilmem ama
topluma zarar vereceğinden eminim. Çünkü emekçi yığınların önünde duran son
umut bilimsel sosyalizmdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder